Göz Eti Kendiliğinden Geçer mi? Edebiyatın Bakışıyla Bir Anlatı
Bir edebiyatçı için görmek, sadece retinayla değil, kelimelerle olur. Göz, romanlarda bir karakterin ruhuna, şiirlerde bir kalbin derinliğine, hikâyelerde ise insanlığın ortak kaderine açılan penceredir. “Göz eti” denilen o küçük ama inatçı doku, sadece bedensel bir mesele değildir; kimi zaman bastırılmış duyguların, görülmemiş hakikatlerin, dile getirilemeyen acıların sembolü gibidir. Bu yüzden “Göz eti kendiliğinden geçer mi?” sorusu, tıbbi bir meraktan çok, edebi bir imge olarak karşımıza çıkar.
Göz: Görmenin Değil, Anlamanın Organı
Edebiyat tarihinde göz, yalnızca bakışın değil, algının sembolü olmuştur. Homeros’un “Odysseia”sında kör kahin Tiresias, görmeyen gözleriyle hakikati en iyi gören kişidir. Dostoyevski’nin karakterleri, kendi karanlık yanlarını fark ettiklerinde “gözlerinin önündeki perde kalkar.”
Edebiyatın dilinde “göz eti” belki de bu perdenin kendisidir — bakmayı engelleyen, görmeyi bulanıklaştıran ince bir duygusal doku.
Göz eti, tıpkı bastırılmış duygular gibi, zamanla büyüyebilir. İnsan görmezden geldikçe, o da kendini hatırlatır. Gözdeki küçük bir rahatsızlık, ruhun büyük bir sıkışmışlığının metaforu olabilir. Ve bu metafor bize şunu fısıldar: Hiçbir yara kendiliğinden geçmez, fark edilmeden iyileşmez.
Metinlerde Göz ve Görmemenin Dramı
Edebiyatın derinliklerinde “görme” eylemi her zaman bir bilme, bir yüzleşme anlamına gelir. Sophokles’in “Kral Oidipus” tragedyasında kahraman, gerçeği öğrendiğinde kendi gözlerini kör eder. Çünkü artık dış dünyayı değil, içsel hakikati görmek ister. Bu sahne, “göz eti” metaforuna dair en güçlü göndermelerden biridir: İnsan bazen acıdan korunmak için görmemeyi seçer.
Ama gözler ne kadar kapansa da, içte bir yerlerde hep görmeye devam ederiz.
Franz Kafka’nın karakterleri de benzer bir körlük yaşar. Bürokrasi, suçluluk ve kimlik arasında sıkışan ruh, gerçeğe baktığında gözleri kamaşır. “Göz eti” burada, sistemin bireyin görme yetisini köreltmesidir. O küçük doku, sadece bir rahatsızlık değil, modern insanın hakikatiyle arasına koyduğu koruyucu perdedir.
İyileşmenin Dili: Kelimelerle Tedavi
Peki, göz eti kendiliğinden geçer mi? Edebiyat bize şunu öğretir: Kendiliğinden hiçbir şey geçmez; ama anlatıldıkça, paylaşıldıkça, anlam kazandıkça iyileşir. Kelimeler, insanın içindeki bulanıklığı temizleyen en derin su gibidir. Bir karakterin iç sesini okumak, kendi içimizdeki düğümleri çözmek gibidir.
Virginia Woolf’un romanlarında, karakterlerin iç dünyasındaki dalgalanmalar bir “göz” metaforuyla sık sık anlatılır. Görüş bulanıklaştıkça duygular netleşir. Bu da gösterir ki, görsel netlik değil, duygusal açıklık insanı iyileştirir. Göz eti de, belki tam anlamıyla bu metaforun bedenleşmiş hâlidir: bir uyarıdır, bir davettir — “gör” der, “daha derine bak.”
Ontolojik Bir Okuma: Görmek mi, Görülmek mi?
Edebiyatta “göz” aynı zamanda bir kimlik sorusudur. Camus’nun “Yabancı”sında Meursault’nun duygusuz bakışı, toplumla arasındaki yabancılaşmayı temsil eder. O, dünyayı görür ama anlamlandıramaz. Bu anlamda “göz eti”, dünyayla birey arasındaki iletişimin bir deformasyonudur.
Bir tür koruma mekanizmasıdır; çünkü görmek, çoğu zaman yaralanmaktır.
Belki de göz eti, insanın kendini koruma çabasıdır. Çok fazla gören, çok fazla incinir. Çok fazla anlayan, ağır taşır. Bu yüzden bazı gözler, kendiliğinden değil, bilinçli bir “kararma”yla kapanır.
Sonuç: Edebiyatın Tedavi Edici Bakışı
Göz eti kendiliğinden geçer mi?
Edebiyat der ki: Hayır, hiçbir şey kendiliğinden geçmez. Ancak anlatıldığında, paylaşıldığında, yeniden yazıldığında dönüşür.
Bir metnin içinde, bir karakterin gözünde, bir şiirin dizelerinde insanın yaraları dile gelir ve iyileşmeye başlar.
Eğer göz eti bir “bulanıklık”sa, kelimeler onun şifasıdır. Çünkü edebiyat, göremediğimiz şeyleri görünür kılma sanatıdır. Ve bazen, bir satır okuduğumuzda fark ederiz ki, gözümüz değil; kalbimiz arınmıştır.
#edebiyat #göz #metafor #anlatı #yaralar #iyileşme