Mutlak Olma Ne Demek? Felsefeden Günümüze Değişmeyeni Arayış
İnsanlık tarihi boyunca en çok sorulan sorulardan biri şudur: Değişmeyen bir gerçek var mı? İşte “mutlak olma” kavramı tam da bu arayışın merkezindedir. Felsefede, dinde, bilimde ve hatta gündelik düşüncede “mutlak”, zamanın, mekânın ve insanın ötesinde, değişmez ve evrensel bir hakikate işaret eder.
Peki, gerçekten böyle bir şey var mı? Mutlaklık ne kadar mümkün ve ne kadar insana uzak bir idealdir?
Mutlak Kavramının Tarihsel Kökeni
Mutlak kavramının izleri Antik Yunan felsefesine kadar uzanır. Platon, “İdealar Dünyası” öğretisinde, değişen maddi dünyanın ardında değişmeyen bir gerçeklik olduğunu savunmuştu. Ona göre, duyularla algıladığımız her şey yalnızca gölgedir; gerçek olan, o gölgelerin kaynağındaki mükemmel ve mutlak idealardır.
Aristoteles ise bu fikri biraz daha dünyaya indirerek “ilk neden” düşüncesini ortaya koydu. Her şeyin bir nedeni varsa, en başta kendisinden başka hiçbir şeye bağlı olmayan bir “ilk neden” olmalıydı. Bu, metafizik anlamda “mutlak varlık” fikrinin temellerinden biriydi.
Orta Çağ’da Tanrı, mutlaklığın en güçlü sembolü haline geldi. Özellikle Hristiyan ve İslam düşüncesinde, Tanrı “ezeli, ebedi ve değişmez” bir varlık olarak tanımlandı. Bu dönem felsefesinde mutlak, hem ontolojik (varlıkla ilgili) hem de ahlaki anlamda belirleyici bir ilke olarak kabul edildi.
Modern Dönemde Mutlaklığın Sarsılışı
17. yüzyıla gelindiğinde, modern bilimin yükselişiyle birlikte “mutlak” kavramı yeni bir anlam kazandı. Newton, evreni kesin yasalara dayalı, mekanik bir sistem olarak tanımladı. Uzay ve zaman onun için mutlak büyüklüklerdi; hiçbir gözlemciye göre değişmezlerdi. Ancak bu düşünce, 20. yüzyılın başında Albert Einstein tarafından altüst edildi.
Einstein’ın görelilik teorisi, zamanın ve mekânın bile gözlemcinin hareketine göre değişebileceğini ortaya koydu. Bu, felsefe tarihinde büyük bir kırılmaydı: artık mutlaklık yalnızca metafizik bir mesele değil, bilimin de tartıştığı bir konuydu.
Einstein, “mutlak zaman” fikrini yıkarak insanlığı göreceli bir evrene davet etti. Ancak paradoksal bir biçimde, görecelik teorisinin kendisi, doğanın yasalarının mutlak olduğu fikrine dayanıyordu. Böylece mutlaklık, yok olmadı; sadece biçim değiştirdi.
Felsefi Açıdan Mutlak Olmak: Değişmeyeni Aramak
Felsefede “mutlak olma” kavramı, değişim karşısında sabit kalabilen bir varlık, ilke ya da hakikati ifade eder. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, “Mutlak Tin” kavramıyla bunu en kapsamlı şekilde açıklamaya çalıştı. Hegel’e göre, evren ve insanlık tarihi, Mutlak’ın kendini bilme sürecidir. Her çelişki, her değişim, aslında Mutlak’ın kendi bilincine ulaşma yolculuğudur.
Bu düşünce, mutlak olmanın hareketsiz bir durumu değil, sürekli bir oluş hâlini ifade ettiğini gösterir. Mutlaklık, durağan değil, dinamik bir bütündür; her şeyin içinde hareket eden ama asla tamamen kaybolmayan bir özdür.
Bu nedenle, Hegelci anlamda mutlak, değişmeyen değil, değişim içinde kendini koruyan bir varlıktır.
Etik ve Bilimde Mutlaklık Arayışı
Etikte mutlaklık, evrensel doğrular fikriyle ilgilidir. Örneğin, Immanuel Kant’ın “ödev ahlakı” bu bakış açısını taşır. Kant’a göre bazı eylemler, koşullar ne olursa olsun doğrudur; çünkü onlar aklın kendisinden türetilmiştir. Yalan söylememek ya da insanı araç değil, amaç olarak görmek gibi ilkeler, “mutlak buyruk” (kategorik imperatif) olarak tanımlanmıştır.
Ancak günümüzde kültürel çeşitlilik, teknolojik etik ve yapay zekâ gibi yeni alanlar, bu tür mutlak ilkeleri yeniden tartışmaya açmıştır.
Peki, çağımızda hâlâ “her durumda geçerli” bir ahlak yasasından söz edebilir miyiz?
Bilimsel düşüncede de benzer bir gerilim vardır. Bir yandan bilim, evrensel ve mutlak yasalar arar; diğer yandan bilginin geçiciliğini kabul eder. Newton’un yasaları bir dönemin mutlağıydı, ama bugün yalnızca belirli koşullarda geçerli olduklarını biliyoruz. Bilim ilerledikçe, her “mutlak gerçek” bir sonraki teoriyle yer değiştiriyor.
Mutlak Olmanın Günümüzdeki Anlamı
Bugünün dünyasında “mutlaklık”, çoğu zaman kuşkulu bir kavramdır. Dijital çağın bilgi bolluğunda, herkesin kendi gerçeği varken, evrensel bir doğruya inanmak neredeyse romantik bir tutum gibi görülür.
Ama belki de insanın içsel istikrar arayışı, hâlâ bir tür mutlaklık özlemidir. Sevginin, adaletin ya da hakikatin değişmeyen bir yönü olmasa, bu kavramlara neden tutunalım ki?
Günümüzde akademik çevrelerde “mutlak” kavramı, yeni gerçeklik teorileri ve “post-truth” tartışmalarıyla yeniden ele alınıyor. Bir görüşe göre mutlaklık, artık dış dünyada değil, dilin ve anlamın tutarlılığında aranmalıdır. Bir diğeri ise mutlağın yalnızca matematiksel ya da mantıksal sistemlerde var olabileceğini savunur.
Tüm bu tartışmalar, insanın hâlâ değişmeyeni aradığını gösteriyor.
Sonuç: Mutlaklık Bir Hakikat Değil, Bir Yönelimdir
Sonuç olarak, mutlak olma yalnızca bir felsefi iddia değil, insanın varoluşsal ihtiyacıdır. Değişen dünyada bir sabit nokta aramak, belki de yaşamın anlamını kaybetmemek içindir.
Mutlaklık, bulunmuş bir şey değil, aranılan bir şeydir.
Ve belki de bu arayışın kendisi —her çağda yeniden başlayan bu yolculuk— insanın en mutlak hâlidir.